Follow this blog with bloglovin

Follow on Bloglovin

29 Mayıs 2012 Salı

Ben Yağmuru Sevmezdim...
Bir Zamanlar.
"Asla asla deme" sözünü kendime hayat yolu olarak seçeli çok oldu. Çünkü bir şekilde herkesin asla dediği şeyi gün gelip yapacağına inanıyorum, kendi yaşadığım şeyler de bu görüşe sahip olmamda büyük etken elbette. Ama daha çok yeni fark ettiğim birşey, "yağmurdanölümünenefretetme" fikrimin değiştiğiydi.
Eyvah, Islanıyorum!
Dışarda yürürken, burnuma düşen ilk yağmur damlası yeterdi beni kapalı alan aramaya çabalamak için. Veya hafif çiseleyen bir yağmur, bütün haftasonu planlarımı ertelememe sebep olabilirdi. Şemsiyesiz, kapüşonsuz çıkamayan bir insandım yağmur gördüğümde. Vebalı gibi davranırdım, ama alınmasın bana artık tamamen değiştim, bu illetten kurtuldum!
Hiçbir şey eskisi gibi değil.
Son zamanlarda hayatımdaki her güzel şeyin nedeni gibi, yağmurdan nefret etmekten vazgeçmemin hatta sevmeye başlamamın da sebebi üç harfli bir kelime; hani şu her şarkıda bahsedilen sözcük. Pamuk gibi sevecen tatlı bir insan oluyorum artık yağmurun kokusunu duyduğumda bile. Aslında diğer bir sebebi de, yağmurun filmlerden ve romanlardan farklı olarak, bana çoğunlukla mutluluk ve coşku verdiğinin ayırdına varmam.
Durma Yağmur!
Kalbimdeki er kişi ne zaman bana gelse veya ben ona gitsem yağmurlu olur hava. Ne zaman gelecek için çok önemli bir karar alsak ya yağmur başlar ya da yağmurdan sonraki koku gelir burnumuza buram buram toprak... Ömrümdeki en güzel 2 günlük tatile başlarken geçen yıl Büyükada'da, yine yağmur karşılamıştı İstanbul'da bizi. Hele vapurda püfür püfür huzurlu kollarda uyurken, yüzüne damlayan serin yağmur damlacıklarıni anlatmaya yetecek kelime yok sözlüklerde!

Kendime hayat felsefesi belirlediğim söz her daim devam ediyor beni kendine inandırmaya. Zevklerimiz, acılarımız, mutsuzluklarımız, mutsuzluklarımız hep değişiyor hayatta. Önemli olan bu değişimlere uyum sağlayabilmek. Yeni bir şehirde, yepyeni bir iklimde, yepyeni bir işte çalışmak mesela! Yeni insanları görmek her gün, yeni birşeyler keşfetmek. Çok şükür başardığım...

Not: Yazın geldiği nasıl belli, ardarda sularla ilgili girdiler...burada mesela.

27 Mayıs 2012 Pazar

Gece Gece Takılanlar- Kısım 1
Kediler Gerçekten Nankör mü?
Her sabah apartmanın kapısından çıkarken karşılıyor beni. Önce biraz korkuyor, kapının sesinden olsa gerek sabahın sessizliğinde. Sonra yavaşça yaklaşıyor meraklı bakışlarıyla. Her gün sanki yeniden görüyor beni sıpa. Bembeyaz upuzun tüyleriyle pembe tasmasıyla güzel kızım o benim!
İsmiyle onu çağırmadıkça asla kendini sevdirmez, nazlıdır prenses. Gece vakti sevmeye kalktığımda yine pas vermez. Ama kendi sevilmek istesin, kuyruğunu sallar, miyavlar defalarca beni çağırır. Mutlu olduğundaki salınarak yürüyüşü top modellere taş çıkarır fıstığımın.
Ben sevmezdim kedileri eskiden. Hayvanlar birinci korku ve huylanma sebebimdi. Hala fobim olan bir kaç hayvan var, ama çöreğimin "İnsanlar hayvanlardan daha tehlikeli" lafını duyduğum andan beri atıyorum yavaş yavaş korkularımı. Mesela benim güzel prensesim yanımdaki en iyi arkadaşım. 
Gelelim başlıktaki mevzuya. Kediler nankör mü gerçekten? Bir gün derste 15 yaşındaki bir kedisever öğrencim şu cümleyi kurdu: "Köpekler insanlara çok sadıktır, çünkü yaratandan ötürü yaratılana şükrederler; kedilerse her daim mesafeli ve nankör diye bilinir, yaratılandan ötürü yaratana şükrettikleri için." Ne kadar doğru bilmiyorum elbette, ama benim tüy yumağım nankör falan değil, sadece fazlasıyla nazlı! 
Bembeyaz kabarık kurabiyem, kedime.

26 Mayıs 2012 Cumartesi

Cesur Ruhum
Parlak bir su damlasından ibaret olmadığını biliyorduk dünyanın
Suların boyumuzu kilometrelerce aşarcasına derin
ve pis
olduğunu dibinin, üstü masmavi görünse de.
Yine de yüzmeyi seçtik elimizden geldiğince
garantici olmanın sonu nerdedir veya var mıdır ufku?
dayanılmaz mıdır istemediğin yosunları hissetmek ayaklarında?
Asla değil.
Gitmek gerekir en derine, yaşamak ufuklarda
bitmek bilmeyen çocuksu bir heyecanla.
olmadığın kimse değilsin, eminsin olmayacağından da
bir gün vahşi yosunlar değdiğinde ayaklarına
yüzmelisin 
cesaretinle her gün adım adım
hiçbir şey kaybetmeden 


Haftalar öncesinde yazıp bitiremediğim bir şiir. Kurabiye suda erir ki ama!

25 Mayıs 2012 Cuma

Mutluluktan Uyuyamamak
Çok diyar gezdim sayılmaz, ama bir çok hissi bana yaşatan ayrı ayrı şehirler gördüm. Romantizmi ve tarihin gizemini yaşadığım soğuk siluetli bir şehir de beni kendine çekmişti, bir çok insanın önyargılarla hakkında atıp tuttuğu ne kadar yabancı görünürse o kadar samimi olan da. İlk sırada saydığım romantizmi, tarihin gizemini ve güzel yemekleri bu sefer sıcak siluetli bir şehirde de yaşadığım oldu; veya tarihle çok fazla alakası olmayan büyük zengin yatlarından kayıkçılara kadar iyot kokan ve farklı diller konuşan şehirde de. Yasakların olmadığı soğuk bir kent de. Herkesin sevdiği ama içinde benim nefes alamadığım büyük şehir görünümlü kocaman bir kasaba da. İşte bunların hepsinde ben başlıkta bahsettiğim "mutluluktan uyuyamamak" durumunu en az bir kere yaşadım.
Bugünlerde bahsettiğim durumu yine deneyimliyorum. Dün gece ancak 5 saat uyumuşumdur o da sürekli aralarda uyanarak. Bu gece de uykusuzum, çünkü içim içime sığmıyor, pofpof bulutların üstünde pofpof kabarmış kurabiyeleri yiyor gibiyim (bakınız midesinedüşküngünlükyazarı). Neden girişte o kadar yerde bulunduğumdan bahsettim? Çok gezen mi bilir çok okuyan mı, diye bir soru vardır ve doğru cevabı "çok gezen"dir bilindiği üzere. Fakat ben buna katılmıyorum. Bir insana çok şeyi öğretip ve öğrendikleriyle mutlu olma mutluluktan uyuyamama lüksünü veren şey, sevdiceği için yaptığı fedakarlıklar ve bu fedakarlıklar sonucu kendini gelişmiş, düşünce ve kafa yapısı olarak eskisinden binlerce adım daha ileride bulmuş olmasıdır. 
Çok konuşmuş gibi hissediyorum bu gece.
Zevzek kurabiye. 

22 Mayıs 2012 Salı

Aşk, Sadakat, Bağlanma Üçlüsü
İlişkiler konusunda uzman falan değilim. Hayatımda ilk ve son defa bir kere aşkı yakaladığıma inanıyorum ve bu yüzden çok şanslıyım. Sevgilim var diye değil, olduğunu iddia ettikleri kişi olmayıp, hayatlarındaki sevgi dediklerinin tutarsız ve gelip geçiciliklerini görmeyip hem kendini hem de bir dönem "aşkım" diye andıkları kişileri aldatanlardan değilim.
"İlkler her zaman özeldir."
Yazının amacı kendi sadakatimi övmek değil aslında. Sadece geçtiğimiz günlerde eski bir arkadaşımın sosyal medyadaki fotoğraflarını ve yazdıklarını görünce bu konuya değinmek geldi aklıma. Bir kız düşünün, dışardan bakıldığında çok hanım hanımcık ve aynı zamanda kendi ayakları üzerinde duran, "çağdaş" birisi. Lise hayatından beri birlikte olduğu bir sevgilisi var ve üniversitede farklı şehirlerde oldukları için bir şekilde araları bozuluyor ve bu yetmezmiş gibi küfürleşmeler beddualarla ayrılıyorlar. Aradan bir kaç gün geçtikten sonra bu hanım kızımız, "can sıkıntısı"nı bahane edip "çivi çiviyi söker" mantığında kısa kısa ilişkiler yaşıyor. Bu arada eski sevgilisine olan küfürler beddualar hala hırla gidiyor. 
"Çivi çiviyi söker, sökmese de gevşer!"
Her neyse, söz konusu hanım kızımız, bir çok kısa ve kendisine göre "tutkulu" (yani ayrılıp barışmalı (!)) kısa ilişkileri arkasında bırakıp daha ciddi bir ilişkiye başlıyor. "Asla yapmam" dediği şeyleri onunla yaşıyor, asla kınamadığım birşeyi yapıp aynı evde yaşıyor. Araya parantez girip söylemek zorundayım ki, sevgiliyle birlikte yaşamaya karşı olan birisi değilim. Karşı olduğum şey çok sadık ve dürüst olduğunu iddia edip sonra gömlek değiştirme moduna geçmek. Devam edelim... Bu kızımız üniversiteden mezun olduğu ve farklı şehirlere dönmek istemediği için sevgilisinin şehrinde ailesini binbir zorlukla "bazı sınavlara çalışacağına" ikna ederek, sevgilisiyle aynı şehirde kalmaya devam ediyor. Fakat erkek arkadaşının da üniversitesi bitiyor ve çocuk bu "fedakar"lığı devam ettirmeyip memleketine dönüyor. Sonra ne mi oluyor? Kızımız lise aşkının "uzun süreli ısrarı" na dayanamayıp, onu affediyor ve zaten aslında onu hiç unutamadığını söylüyor. Ha bu arada, zaten arada beraber olduğu herkes için söylediği şey aynı! Ve zaten, ondan sonra yaşadığı ilişkilerin arasında lise aşkına hep dönmüş! Şaşırtıcı değil, ne dersin günlük?
"Yanımdaysan severim, değilsen eskisine dönerim.!
Ben ahlak bekçisi mantığında bir insan değilim. Bir kızın bir çok ilişkisinin olmasını asla kınamıyorum. Fakat, "yanımdaysa severim, göremiyorsam at çöpe" mantığı bana hiç doğru gelmiyor. Çünkü böyle bir mantık yok! Aşkta hesap kitap olmaz. Seviyorsan birini, araya mesafeler girer, anlaşamazsın, kavga edersin belki ama konuşur çözersin. Çözmeye çalışmayıp en yakın fırsatta başka kollarda arıyorsan çareyi ahh yandı gülüm keten helva! 
Elbette ki favorim helva değil, kurabiye!

19 Mayıs 2012 Cumartesi

Birçok şeyin eksik olduğu güzel bir gece...
Eksikliklerle idare etmeye, mutlu olmaya çalışıyorum. Sevmediğim yerde, sevdiğim birçok insanı görmeden günü kurtarmaya bakıyorum. Bu ve buna benzer günlerde işte, bir insanla küçücük bir dostluk kurma çabası bile beni mutlu ediyor. Bir çaba değil bu aslında, yeni yeni alıştığım ortamda bana uzaylıymışım gibi davranmadan arkadaş olan canayakın bir kız. Her neyse... Konu benim dostum olmaya aday iş arkadaşımdan ziyade, bugünü nasıl kotardığım.
Çok sevdiğim Mor ve Ötesi'nin konseri vardı Gündoğdu'da. Ücretsiz konser olduğu için çok fazla sapıtan olacağından tedirgindik ama çok geç vakite kalamadığımız için öyle olduysa bile görmedik. Konser öncesinde aylar sonra ilk kez bir arkadaşımla karşılıklı oturup muhabbet ederek birşeyler içtim. Kendimi gerçekten uzaylı gibi hissediyorum böyle anlatınca. O kadar anormal şeyler gibi ki bir arkadaşla gayet olası şeyleri yapmak benim için...
Bana herşey yabancı şu an hayatımda, yaptığım iş, emeğim, çevrem, mahallem... Hatta kendim bile. Ama böyle derin konulara girmeye bile takatim yok şu an. 12 saat ders anlatmak kolay değil. Onun yerine, bugünün ve belki de hayatımın büyük kısmının bingo şarkısının sözlerini hatırlamak istiyorum kapanış olarak. Buradan da dinlerim arada günlükcüm iyi olur...
Yine ben miyim düşen
Hiç zamanım da yok ki
Yine ben kopup gelen
Bimediğim şey yok ki
Yine de geldim dünyaya
Hiç zamanım da yok ki
yine de geldim dünyaya
Hiç yok
İçim yanar içim bilmez
İçim var içim düşünmez
İçim aşk içim değişmez
İçim saf içim kirlenmez
Yine ben miyim düşen
Görmediğim şey yok ki
Yine ben kopup gelen
Bu dersin sonu yok ki
Yine de geldim dünyaya

Kurabiye sadece yorgun...

17 Mayıs 2012 Perşembe

Kibarlık Budalası Olmak
Etrafımdakilere nasıl biri olduğum sorulduğunda ilk alınan yanıtlardan biri "kibar", veya türevlerinden "nazik" olmuştur. Bunların diğer çeşitleri de var elbette "ağır" veya "çok hanım" gibi. Bir çok kişinin bu sıfatları bana iyi anlamda yakıştırdığından eminim, ki zaten kibarlığın gerekli ve önemli birşey olduğunu düşünüyorum. Fakar kabul etmeliyim ki kibarlıkla pısırıklık arasında çok ince bir çizgi var, ve küçüklüğünden beri bilinçaltına ne kadar "hanım efendi" olduğu kodlanan birinin bu ince çizgiyi geçmesi ne yazık ki bazen çok kolay oluyor.
X kişisi: "Bilgisayarınızı kullanmam gerek."
Kurabiye: "Hı? Ha tabi buyrun..."
İçses: "Manyak mısın la sen kurabiye? Seni şimdi alsam üstüne bassam parçalasam hak ettin yani. Elin adamının ne işi var senin bilgisayarında, ne yapacağını sorup versen neyse..."
Durum aynen bu şekilde gerçekleşti henüz dakikalar önce. İşyerinde adamın biri ofise bir hışımla girip bilgisayarı kullanmak istiyor, zınk diye olur deyim çekiliyorum kenara. Hayır, insanın hiç mi aklına gelmez reddetmek, kişisel bir bilgisayar bu sonuçta! Benim gibi birinin aklına gelmez. Ölümüne fedakarlık diye kodlanmış bir kere! Kibar olacaksın, üzmeyeceksin insanları. Kavgadan tartışmadan uzak duracaksın, sen sağ ben selamet diyeceksin, sana dokunmayan yılanı yaşatacaksın, tamam da; kendinden de taviz vermeyeceksin. Birşeyin sana yapılmasını istemiyorsan hayır demeyi bileceksin, tarzında uyarıların da halihazırda bulunuyor olması lazım bu bedava olan beyinde! 
Ne kadar kolay kendine nasihat etmek. Ancak herkesin de bildiği gibi, bir musibet bin nasihatten iyidir! Çok şükür bu olay musibet kısmına geçmeden son buldu. Ama dünyadaki bütün fındıklı kurabiyeler üstüne yeminim olsun ki, bir daha da tanımadığım kimseye bilgisayarımı kullandırtmam (biraz geç mi oldu ne?).

Tam kabarmak üzereyken fıssss diye sönüp tepsiye yapışmış Kurabiye.

16 Mayıs 2012 Çarşamba

Midesizlik mi, midesine düşkünlük mü?
Bazen hatta çoğu zaman, kendimi yorgunluktan sızmış halde bulsam da, sevdiceğimin yanında onu benden katbekat az sevenler kadar olamasam da ve bir önceki girdideki gibi kendimi değersiz hissetsem de; kişinin hayatta taşıdığı en değerli pırlanta olan (hayırrr kızlık zarı değilllll (!)) gurur denen şeye sahip olduğum için kendimi çok şanslı hissediyorum. 
Ne demek istediğime geçmeden önce şu başlığa bir göz atalım. Haber doğru mu yanlış mı bilemem, zaten söz konusu kişiler bir Galatasaray taraftarı olmam dışında beni ilgilendiren insanlar değiller. Ancak, kimin hakkında olursa olsun böyle bir haber görsem tek bir peşin yargıya sahip ol...-duğumu sanıyordum: Bu kişi ya gurursuz, ya da zenginlik gibi, şan şöhret gibi, yüksek ego gibi şeyler koymuş onun yerine. 
Haberi henüz çok yeni okudum ve yazarken de fazla aceleci davrandığımı fark ettim aslında. Bu yazan şeylerin tamamen erkek egemen bilince hitap ettiği gün gibi ortada olan "medya" tarafından uydurulmadığı ne malum? Sonuçta bahsi geçen kadını da erkeği de kişisel olarak tanımıyoruz. Yalnızca toplumsal bilinçaltına hitap eden bir haber olduğu için inandırıcılığı yüksek oluyor. Ne de olsa ortada sarışıngüzelsaçıuzunaklıkısaherbaşarılıerkeğinarkasındakikadın prototipi var. Kimse bu ilişkide Sinem Kobal'ın nasıl davrandığını bilemez, ve işte anca böyle magazin haberlerine inanıp toplumsal bilinçaltının olumsuz getirilerine yenilerini katar. 
Haberin doğruluğundan emin olmadığım için her iki yönde eleştirmeyi doğru buldum. Zaten eğer haber doğruysa konu hakkındaki düşüncem net olarak giriş kısmında bellidir. Umarım herkes hayatında gerçekten "saf, katıksız, çıkarsız, ve ayakları yerden kesen" bir aşka sahip olabilir, tıpkı benim bana ait olan ve bu tanıma birebir uyan bir aşka sahip olup gururla hayatıma devam edeceğim, yeri gelince kavga mı da edeceğim ama hiçbir zaman aşkımın önüne başka şeyleri koymayacağım sevgilim gibi.
Çöreğim gibi yani.

Kurabiye bugün çatlamadı, ağızda eriyen kıvamda uykuya dalacak.

15 Mayıs 2012 Salı

Çömleği Kırmak Nedir? Çömlek Nasıl Kırılır?
Kısım 1: Kendini Değersiz Hissetmek
Çömlek derken yazar vücudun hangi bölgesini hastettiğini blogun başlığında bildiriyor sevgili günlük. Her neyse, bu madde bir çok etmen tarafından ortaya çıkıyor, ama fark etmesi sadece bir saniyeyi alıyor. Durumun en acı yanı da bu zaten. blogun başlığındaki hali en net deneyimlediğimiz, yani çömleği kırdığımız an kendisi. 
Sen Teresa değilsin, sadece bir işçisin!
Her gün yaşadığımı söyleyebilirim bu kendimi değersiz hissetme halini. Özellikle ders anlatırken...Tam kendimi kaptırmış, bir yandan yeni bir dil öğrenmenin yalnızca dilbilgisi olmadığını vurgulayıp, diğer yandan ufak mitoloji hikayelerini öğrettiğim dilde anlatırken; bir çok öğrencinin de bundan keyif aldığını görüp içten içe coşuyorum! Bu mesleği yapmaktan aslında ne kadar çok keyif aldığımı falan hissediyorum bir anda! Tam da o sırada, durumu sınıftan bir tık geri olan İzmirli sarışın prototipine uygun bir kız öğrencinin "Hocağğm yoğğklamayı imzağğğlamadığğk gağğlibağğ!" şeklinde avaz avaz yükselen fokbalığı tonlaması tadındaki cümle ufak bir kıç üstüne düşme etkisi yaratıyor arkaplanda. Ardından iç ses fısıldıyor: "Bir dil öğretiyorsun diye kendini öğrencilerin ufkunu açmaya yardım eden bir sahne sanatçısı mı sandın ey kurabiye? Sen anca sana verilen kitabı bitirmeye, kağıt işlerini de eksiksiz ve zamanında halledip, sırf öğretmenim diye dil öğretmeyi ideali benimsememesi gereken (!) paralı bir kölesin!" İşte o an, sadece ufak ve acı bir gülümsemeyle öğrencilere yoklama kağıdını verip, dilbilgisi kurallarını tahtaya (+) ve (-) gibi işaretler kullanmak suretiyle sıralıyorum. Öğrencileri bir rahatlama alıyor elbette bir nebze.
"Mecbursun!", by the dearest içses 
Mecburum, özgün olduğumda bundan memnun olanlar olduğu kadar, hevesikursaktabırakmayameyillifazlavurdumduymazüniversiteöğrencisi mahlaslı karakterlerimiz de mevcut. Elbette bu son karakter kategorisine eşlik eden başka kategoriler de var (sennekadaryorulupçabalarsançabalabengörmekistediğimigörürüm gibi mesela).
Şiddetin ne hoş, göremedik şefkatini. 
Kıssadan hisse, kendini değersiz hissetmenin bu kadar günlük ve sıradan olaylar tarafından tetiklendiği gerçeği gözler önünde. Ha bu durumun elbet daha bariz ve önemli sebepleri var ama onlardan bahsedip moral bozmak istemiyorum günlüğün ilk yazısından.
Kurabiye bildiğin çatır çatır çatlıyor! Ama lezzetinden değil, şiddetinden (!). 

Birisinin de bana "Kurabiye Hanım n'apıyosunuz?" demesini umaraktan...
Herşey belki telefonumun çalmasıyla başladı, belki bi azarla; belki de bi laf sokmayla, bilmiyorum. Ama her ne zaman kendimi mutluluktan havada uçarken bulsam, kıçımda acıyı hissetmem de hemen ardından geldi. E malum, bir de kabarmış kurabiye gibi kocaman fiziği olunca insanın daha çok acıyor malum taraflar. Gerçi gayet zayıf fit hanım kızlar yere düştüğünde et ve yağ tabakası eksikliğinden dolayı çok daha fazla acıdığını düşünmek de gayet makul... Her neyse, düşüş hikayelerim, moral bozuklukları ve aşırı mutluluk sebeplerim hemen ardındaki yazılarda burada olacak.

Nam-ı diğer Kurabiye