Follow this blog with bloglovin

Follow on Bloglovin

26 Şubat 2013 Salı

Çok Büyük Klişe: "Paris Je T'aime"

Kurabiye daha çok sızlanır Paris Paris diye, demiştim ben. İçimdeki özlemi hiçbir şekilde dindiremez durumdayım. Anılar yavaş yavaş siliniyor zihnimden, o zamanlar yazdığım günlükler bile tutmuyor yerini. Görsel çalışıyor beyin ya da hiç çalışmıyor da olabilir, neyse o ayrı konu. Bu özlemi gidermek için arada sırada, tamam tamam her boş anımda Paris'te geçen bir film izliyorum. Paris'te geçen film deyince günümüzde akla ilk gelen "Paris, Je T'aime" oluyor genelde. 

Film fena sayılmaz, ama klişelerden uzak durmadan çekilememiş. Mutlaka bir aşk şehri tınısı eklenmiş, zaten orjinal olma gibi bir iddiası da yok filmin yönetmenlerinin. 21 ayrı yönetmen, 21 ayrı aşk hikayesiyle Paris'in bölgelerini tasvir ediyor. Çıkış noktası gayet güzel, hatta birkaç hikaye filmi hatırlanır kılmaya yetiyor. Örneğin, Joel ve Ethan Coen'in çektiği "Tuileries" ve Tom Tykwer'in objektifinden "Faubourg Saint-Denis" kısımları ilk aklıma gelenler  Ancak, Elijah Wood'un basit bir vampir hikayesine kurban edildiği "Madeleine" bölümü çok da yaratıcı olamamış. 
Fikrimce Joel ve Ethan Coen'in hikayelerinin başarısının nedeni, Paris'e turist olarak giden zavallı bir adamın, şehrin alışılagelmiş aşk şehri imajından çoook daha farklı şekilde sıradışı ve bazen tehlikeli aşıklara denk gelmesini anlatmaları. Yani Paris deyince akla gelen, şarap-Eiffel-aşk üçlüsünü, çişli metro-uçuklu ağız-aşk üçlüsüne dönüştürmeleri diye indirgeyebilirim.
Filmin "Faubourg Saint-Denis" kısmına gelirsek, beğenim tamamen montajla alakalı aslında. Kör aşık ve Paris'te aktris olmak isteyen genç kız klişesi bambaşka birşeye dönüşüyor bu filmde. O da görüntü yönetmenini alnından öpmek için Paris'e gidesim var dedirttiriyor insana. Film akışındaki hızlanmalar, ani yavaşlamalar, kamera açısının her ayrı planda değişmesi gibi şeyleri kastediyorum. Şu an içimdeki sinema yorumcusunu Çılgın Türk'e bağlıyorum ve...
  
Evet! Filmi sevmemin esas nedeni Çankırı Çay Salonu (!) Türk Mahallesi, nam-ı diğer Faubourg Saint-Denis'e dair yansıtamadıkları tek şey, mahalleye girer girmez insanın üzerine salınıveren bakışlar elbette. Bu arada bu Çankırılı abiyi gerçekten kutlamak lazım, o da alışılmışın dışında bir isim seçmiş "Bosphorus", "İstanbul" veya "Marmara" dan başka bir isim tercih ederek!
Aslında bu filmi şehre dair anılara sahip olmayan biri çok beğenmeyebilir, hatta sıkıntıdan ölebilir, özellikle "Quartier Latin" bölümünde. Yine de, "Quai de la Seine" bölümünde, imam amcanın, kızından hoşlanan Fransız delikanlıya öldürecek gibi bakması ve çocuğun tırsması sahnesinden sonra, delikanlıya dönüp, gülümseyerek ne iş yaptığını sorması sahnesi için bile izlemeye değer bir film olduğunu düşünüyorum.
Filmdeki önemli oyuncular da cabası. Çok Hollywood suratlı bir izleyiciyse eğer filmi izleyen, bir Audrey Tautou yok malesef. Onun yerine bağrıma basacak kadar sevdiğim Juliet Binoche var. Ancak bu son sözümü yutmak zorundayım, zira film oldukça Hollywood özentisi olduğunu, Natalie Portman, Nick Nolte ve Maggie Gylleenhaal gibi oyuncuları ve filmin yüzde 80'inde İngilizceyi kullanarak gösteriyor zaten.
 
Paris deyince, esas değinilmesi gereken, ve yönetmenin de bundan ne kadar emin olduğunu filme dolaylamadan "Paris" adını vermesinden anlaşılan filmdir. Bir sonraki gönderi.





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder