Follow this blog with bloglovin

Follow on Bloglovin

18 Mart 2013 Pazartesi

Doğumgünüm bana geldiğin gündür!

Geyik başlığın tam tersine, kendi doğumgünümden bile daha çok heyecan ve mutluluk verir bana onunki. Zaten kendiminkinden nasıl mutlu olacaaaaam yaşlanıyorum günden güne.

Paris1_large
Bir arayışta olmamalı hiçbir zaman, gerçek ve güzel olan şey insanı hiç ummazken buluverir. Zaten en değerlisi de bu değil midir? Beklemediğin anda tutuverir elinden aşk. Keşdefilmemiş ufuklara onunla yürüdüğünü hissedersin. Üzülmediğin şeylere onun için üzülüp, daha önce tahmin etmediğin hisleri onunda tadarsın. 
Ömür kısa, çoğu zaman hayal kırıklıkları alır götürür en güzel zamanlarını, derken o çıkagelir, onun sevgisi. Ruhun hafifler, büyürken hem de. Kalbin gereksiz kırgınlıkları içinden atarken, katmanları artar. En derinini ona ayırırsın, bin kere şükredersin.
Binlerce kez şükür, doğduğun güne!

12 Mart 2013 Salı

Satamadım, satamadım, sattım gitti!

Müşteri: "Benim çok zamanım yok, yani var da çok yok, çalışma saatlerim hiiiç belli olmuyor. Ama bu ihtiyacım hep var yani. Birşey yapsanız benim için? Saati 50'ye olur mu? Biz seçebiliyor muyuz bu arada? Bağyan tercihimdir."

Satışçı: "Elbette efendim istediğiniz şekilde bolca var elimizde, ama saatleri uygun mu bakmam lazım. Siz hangi saatler müsaitseniz onu bana bildirmenizi rica ediyorum, sonrasında ben onlarla konuşup size uygun kişiyi ayarlayacağım efendim. Bizim için herşeyden kıymetlisiniz."

Müşteri: "Valla ben istemesem olmaz biliyorsun. Yalnız bu kişiler tecrübeli mi? Hayır yani tecrübesizse işini iyi yapamayıp beni tatmin edemezse çok pis cevabını veririm size de bir daha asla müşteri getirtmem."

Satışçı: "Haklısınız efendim. Bütün hepsi tecrübeli ve sertifikalıdır. Bize güvenebilirsiniz. Ben size bir de şöyle birşey yapayım, eğer 20 saatte anlaşırsak, aynı kişinin yürüttüğü kulüp ve benzeri diğer aktivitelere de katılabilirsiniz ve tamamen ücretsiz."

Müşteri: "Şey yani benimle birebir ilgilenebilecekler mi? Biliyorsunuz durumum çok acil ve titiz bir insanım, bu konuda yeterince kapasiteye sahipler mi? Eğer tatmin olmazsam, iptal ederim bu anlaşmayı. Geçen sefer bir arkadaşım geldiğinde hiç verim alamamış. Gururu falan da kırılmış bazı uyarılara. Hayır yani biz de işimizi gücümüzü bırakıp geliyoruz şurda yeni birşeyler için. Biraz anlayışlı olun yani di mi ama? Saati en fazla kaç inebiliyorsun şimdi şekerim? Bak, bir de güleryüzlü ve tititz bir bayan olsun da tepemin tasını attırmasın."

Satışçı: "Sizin memnuniyetiniz herşeyden önce gelir efendim. Elimizde şimdi aklıma gelen çok titiz, güleryüzlü ve hoş bir bayan var. İsterseniz onun da müsait bir saatine sizinle ayarlayalım şimdi?"

Müşteri: "Peki. Benim uygun saatlerim gece 9'dan sonra genelde."

Satışçı: "biz 9 buçukta kapatıyoruz efendim. Sizin için o şekilde pek verimli olmaz."

Müşteri: "Aaa. Başka bayan bakabilir misiniz. Ben ancak o saatte müsait oluyorum da."

Satışçı: "Peki efendim, ancak o saatte kapalıyız. Ben en iyisi size ek birkaç saat daha yazayım aynı hocayla, ama haftasonu katılın. Sizin gönlünüzü hoş tutmak bizim görevimiz."

Müşteri: "Tamam ben bir düşüneyim o zaman, uyarsa gelirim tekrardan."

Bu diyalog bir genelevde orospu seçmek için yapılmadı. Tatmin olmak dediği, aldığı kursun verimli gelmesi. Seçtiği şey de öğretmen. Satışçı da arada pimi kurulmuş bir robot. Yüzde yüz güleryüz, yüzdeyüz boş bakışlar. Bildiğin bir Stepford kadını.

5 Mart 2013 Salı

Yönetmen Cedric Klapisch, Film "Paris" (2008)



İtiraf ediyorum ki, filmi ilk seyrettiğimde yönetmenin ismine dikkat etmemiştim. Bu durum, sonrasında aynı yönetmenden tesadüfen 3 filmi arka arkaya izleyip beğenip, araştırmama kadar devam etti. Evet, Cedric Klapisch benim için bir fetiş haline geldi sevgili günlük. Bu adamın çektiği her film, kullandığı her plan, algılama ve aktarma yeteneği büyük övgüleri hak ediyor. Bugün bu olumlu yönleri 2008 yapımlı "Paris" filmi üzerinden anlatacak olsam da, aynı hatta daha sıcak etkiyi yönetmenin "L'auberge Espagnole" ve "Les Poupées Russes" isimli seri filmlerinden de anlayabiliyoruz.

Öncelikle bu adamın nereden torpili var, bu kadar
ünlü ve iyi oyuncuyu nasıl bir araya getirdi, filmi 3 ayrı ülkede kısa sürede nasıl çekti ve babam böyle pasta yapmayı nerden öğrendi ve benzeri sorularıma bir türlü yanıt bulamadığımı belirtmek isterim. Juliet BinocheFabrice LuchiniRomain DurisKarin Viard bahsettiğim oyunculardan birkaçı.

Filmin afişine ilk baktığımızda, puslu bir Paris sabahı manzarası görüyoruz, alışılmış olan parlak gökyüzü ve ışıklı Eiffel kombinasyonlarının aksine. Genç ve dinamik aşıklar, öpüşen delikanlı ve genç kız yerine, orta yaşlı aşık ve genç metresi, orta yaşlı kadın ve kardeşine beslediği sonsuz sevgi, ve genç bir delikanlının sağlık sorunu nedeniyle uzak kaldığı dansçılık mesleğine karşı olan özlemi çıkıyor karşımıza.



Bu filmde aşk bir iksir değil, bu filmde anlatılan aşkın yüceliği falan değil daha önce bahsettiğim "Paris Je T'aime" in aksine. Filmin de yer verdiği gibi, şehir aslında Baudelaire'in nitelediği gibi bir "Kötülük Çiçeği" olarak ele alınabilir. Yemyeşil parklarda şarap içen genç çiftler değil de, semt pazarında birbirine yazan orta yaşlı bir çift görmeniz daha olasıdır. Üç tane pazar satıcısının, kendileriyle isteyerek sevişmeye gelen 3 modeli reddettiği anlar da olabilir bu tabirin içinde. Ya da büyük şair ve besteci İsmail YK'nın da değindiği gibi "beni beğeneni ben ben beğenmem, benim beğendiğim ise beni beğenmez" durumunu haykırıyor yönetmen, diyebiliriz.



Filmin büyük kısmı karşıtlıklardan oluşuyor, yönetmen gözümüze bu farklılıkları sokmak için çırpınıyor resmen. Aslında hikayede ana karakter yok, ama afişten yola çıkarsak, Pierre (Romain Duris) adlı genç dansçının kalp hastalığı sonucu eve tıkılması ve üç tane birbirinden dinamik çocuklu ablası Elise'in onun evine yerleşmesi bu karşıtlıklardan ilki. Bir Türk filminde olsa, gencin öleceği ve ne kadarlık ömrü olduğu sürekli kulağımıza çalınır, durum trajikleştirilirdi. Arkaya da iki tane Galata Kulesi manzarası atıp bir de Kıraç şarkısı çaldın mı, tek planda kurtarırdın hikayeyi. Ama bu filmde Klapisch, oldukça basit görünmesine rağmen, diyaloglarla, hasta gencin yeğenleriyle geçirdiği anlarla o duyguyu izleyiciye geçiriyor. Çocuğun tüm hayatı balkonundan gördüğü iki kule arasına hapsoluyor. (Keşke ben de o manzaraya bakıp efkara kapılsam, çok şımarık bu çocuk çoook!)



Bir diğer karşıtlık, yaşlı tarih profesörünün, gepegenç öğrenciye duyduğu aşk mesela. Bir keman öğretmeni hikayesine dönmüyor hikaye. Genç kız profesörü çatır çatır aldatıyor, yani Fransızların genişliğini de güzel anlatıyor yönetmen ehe.



Beni en çok şaşırtanlardan biriyse, Faslı gencin Fransız modelle tanıştıktan sonra Paris'e göçmesiydi. Daha sonrasında da elinde tuttuğu Notre Dame kartpostalıyla Notre Dame kilisesine bakan köprünün üzerinde bakıp gerçek binayı karşılaştırdığı sahne de tebessüme sebep oluyordu. Bunun dışında filmdeki komedi unsurlarından biri de, has Fransız pastanecinin dükkanına, göçmen genç kız Khadija'nın tezgahtar olarak girmesi ve aralarındaki çekişmeydi. Bu arada Khadija yani bizim Hatice de Saint-Denis'liymiş, hemşehrim sayılır.




Paris filmi tek bir gönderiye sığacak gibi değil. Bu filmin benim için bu denli başarılı olmasının sebebi, şehrin dokusunun seyirciye hissettirilmesi. Daha önce semt pazarında başlayan aşk gösterilmedi Paris'te. Ya da lüksü simgeleyen bir gökdelenden, hiçbir filmde, sevdiği kadının küllerini uçurmadı bir karakter. Kelimelerin kifayetsiz kaldığı bu gönderiyi filmin yönetmenini ve diğer çalışmalarını da gösteren bir görselle sonlandırıyorum.